KONAKLI DÜĞÜN 5

Muhtarın istediği birer örnekli yazma seti, on bilemedin on beş dakika sonra poşetlenip Nebi’ye teslim edildi. Nebi zeytini iyice dövmüş, Şeref’in dizlerine sürmeye başlamıştı. Eğer beklediği gibi giderse akşama kadar dizin şişi inecek, Şeref güç de olsa oynamaya çıkabilecekti. Onlar için kar, boran fırtına bir şey ifade etmiyor o gün düğün varsa isterse göktaşı düşecek olsun umursamadan çıkıp oynuyorlardı. Ekecek arazisi, biçecek bahçeleri olmadığı için yaz boyu çalıştıklarını kış boyu tutumlu harcıyorlar, birikim yapamasalar da hayatlarını böyle idame ettiriyorlardı. Göktaşı düşecek olsun çıkıp oynuyorlar demiştim ya dört sene önce başlarına büyük bir felaket gelmiş yine de çıkıp oynamışlardı da. 

Dört sene önce o gün oynamaya gidecekleri düğüne bizimkileri götüren araba, köyün girişine bir ya da iki kilometre kala Nebi ile Şeref’i indirmiş, acilen çarşıya malzeme alacağını söylemiş, yolun geri kalanını yürüyerek gidin demişti. Bizimkiler de o gün başka bir düğünden geldikleri için köçek elbiseleri üstlerinden çıkarmamış, renkli püsküllü elbiselerle köye doğru yürümeye başlamıştı. Şimdi onları bu halde biri görse belki çok şaşırır, belki de garipserdi ama kimse onları bu halde görmedi. Ta ki köye beş yüz metre kala koyunlarını otlatmaya giden çobanın köpekleri onları görene kadar. Köpekler yol üstünde yürüyen yanarlı dönerli meyhane tabağına benzeyen bu ikiliyi görünce afallamış, bir saniyeden kısa bir süre içerisinde ortalığı aniden toz bulutu kaplamıştı. 

Nebi, sesleri duyup kafasını çevirdiği an üzerlerine gelen köpekleri görünce önce bayılacak gibi olduysa da, aşırı heyecana bağlı vücudun salgıladığı adrenalin yüzünden topuklarının ensesine değdiğini daha üçüncü adımda hissetmişti. Şeref üzerlerine gelen toz bulutunun içindeki köpek seslerini duyduğunda onu bırakıp kaçan dayısını iki ya da üç adımda geçiverdi. Arkadan koşarak gelen Nebi’nin dualı bağırma sesleri Şeref’i güldürecek gibi oluyor fakat korku duygusu o hissin önüne geçiyordu. 

Bütün bu kopan hengâme bittiğinde hepi topu iki dakika olmuştu ya bir de bizimkilere sorun oysa. Sonradan başka zamanlarda, başka yerlerde Nebi bu olayı anlatırken; “Ömrümden ömür gitmek ne kelime, köpek kolumu ısırdığı an eşhedü çekip başımı sağa yatırdım. Bana ayrılan sürenin sonuna geldim diyerek sessizce yaradana yalvardım.” demişti.

O güzelim allı, morlu elbiseler, o el işlemeli takımlar, o ipekten narin pazar malı yirmi liralık mintanlar parça parça olmuş, eğer çoban biraz daha geç kalsa belki bizimkilerin yaşam çizgisi orada son bulmuştu. Şeref yerden kalktığında, titreyen eline, koluna, dudaklarına hâkim olamıyor, Nebi ise can verdiğini sanarak sessizce yerde yatıyordu. Çoban, Şeref’in parça parça olmuş elbisesini görünce çok korkmuş, köpekler yüzünden başının belaya gireceğini zannetmişti. Şeref kendinden beter titreyen, beti benzi kireç gibi olmuş çobanı sakinleştirdi gel dayıma bakalım diyerek çobanı kolundan çekti.

Yerde belirli belirsiz nefes alarak yatan Nebi, çobanın dürtmesiyle gözlerini açtı. Gözlerinden içeri dolan güneş ışığı görmesine müsaade etmiyor, Nebi ise başında çoban abası sırtında asılı bu yabancıyı seçmeye çalışıyordu. Arkada duran Şeref de biraz yaklaşınca Nebi artık başına gelenlerden emindi.

-Allahım sen amel defterimi sağımdan vermeyi nasip et. Münker Nekir melekleri hoş geldiniz şu garibanı karşılamaya. Ben peygamber değilim günahlarım hatalarım oldu ama yüce yaradanım affetsin diyerek tekrar gözlerini kapattı. Beş on dakika sonra kendine geldiğinde hala yaşadığına şaşırıyor, yürürken bir yandan parça parça olmuş elbise ve koluna, bacağına bakıyordu. Düğün yerine vardıklarında herkes hastaneye götürmek için yalvardı o ise bez ve sıcak su isteyip önce Şeref’in, sonra kendinin pansumanını yaptı. Sonrasında ne mi oldu dersiniz. Elbiselerin birazını soğan çuvalı, birazını eski elbise parçaları isteyip yamadı. Hani göktaşı düşecek olsa çıkıp oynarlar demiştim ya, o gün bizimkiler o halde bile bel kıra bel kıra saatlerce oynadı.