UMUT 9

Yeni doğan çocuğun küçücük parmaklarıyla doktorun elini sıkmasıdır umut… Battım dediğinde kuluna yettim diye Tanrı’nın Hızır’ı yollamasıdır, umut… Bir bahçedir, bir bahardır ve bilinir ki her hazanın sonudur umut… Gece yarılarına kadar çalışan öğrencinin “İyi bari sabaha iki saat var, iki saat uyusam kâfidir.” diyerek gülümsemesidir umut… Sevdiğinin gülüşü, ananın yavrusunu sevişi, bir ustanın dükkânını açar açmaz ilk işidir umut… Ali Ekber de umudunu yitirdiği bir gün yetişti Hızır donunda yardımına Tunceli’nin yiğit kişisi Haydar. 

Bütün akrabaları Elazığ’daki bir düğüne giderken gece yarısı 04.22 gibi şoför uyumuş ve otobüs şarampolden aşağı yuvarlanmıştı. Otobüsü öğle sonu yoldan geçen bir aracın içindeki çocuk tesadüfen fark etmiş, babası da dikkatli bakıp görünce durumu hemen gidip en yakın jandarma karakoluna bildirmişti. İşte o şoförün yaptığı hız, son sürat girdiği virajlara kaza yapmayı göze alarak bir an önce jandarmaya yetişebilme çabasıydı umut. Jandarma ekipleri olay mahallinden son cenazeyi çıkardıklarında saat gece yarısı iki buçuğu biraz geçmişti. Yolun üzeri gazete ile üstü örtülmüş insanlarla dolmuş, Tunceli’den gelen uzaktan akrabalar her acı haber ile saçını başını yolarak sağa sola koşturmaya başlamıştı. Haydar tam da bu saatlerde aldı Almanya’da haberi. Telefon acı acı çaldığında telefonu kaldıran Tunceli Emniyet Müdürü ağlamaklıydı. 

Kolay değil 42 canın ölüm haberini Haydar’a vermek vali tarafından ona emredilmişti. Oysa Emniyet Müdürü haberi aldığı andan gece yarısına kadar gram su bile içmemişti. Kurtarma operasyonuna en başta o koşmuş, kan ter içinde kalsa da en son cenaze çıkana kadar olay mahallinden ayrılmamıştı. Yutkundu, sustu ve sonunda durumu Haydar’a anlattı. İçerde yatan Hatun gürültüyü duyunca hemen kocasının yanına koştu. Haydar ah edip vah edip inlememiş sadece duvara sertçe bir yumruk atmıştı. Duvardaki göçükten ve kan izinden Hatun kocasının duvara yumruk attığını anladı. Hemen mutfaktan bez alıp kocasının elini sardı.

Üç gün sonra Tunceli’ye vardığında Haydar şehirdeki matem daha kalkmamıştı. Her yere suskunluk hâkim, hemen her yerde ağıtlar yakılmaktaydı. Kendi gözünden akan yaşları içine akıttı, ağlamadı ama kan kusacak tabiri vardır ya Haydar’a gelip biri yürekten sarılsa değil ağlamak avuç, avuç kan kusacaktı. Bütün mezarları gezip Emniyete gittiğinde onu haberi veren Müdür Bey karşıladı. Eşi Hatun’la birlikte kazanın nasıl olduğu hakkında bilgi almak için uğramışlardı. Emniyet müdürü bilgi verirken telsizin boğuk ve sinir bozucu sesinden çıkan sesler karakoldakilere bayram havası yaşattı. Otobüsün enkazı ancak üç gün sonra kaldırılmış ve enkazın altından yaralı bir çocuk çıkarılmıştı.

Haberi duyan Tunceli akın akın kaza yerine aktı. Şehri alıp boğan matem bir haberle şimdi dağılmıştı. Jandarma ekiplerinin dediği doğruydu, aracın uçtuğu şarampolden yukarı bir komutan sanki kendi evladını kucaklamış gibi çıkıyor, geçti oğlum geçti kuzum diyerek ağır adımlarla yokuşu tırmanıyordu. Haydar çocuğu beş metre öteden tanıdı, bu çocuk Ali Ekber’di. Ve solan umutlar şimdi bir komutanın eşliğinde çıkardığı yavru ile yeniden yeşerdi. Her karanlığın ardından gelen güneş, her fırtınanın ardından çekilen bulutlardır umut. 

“Pir sultan abdalım kırklar yediler

Bu yolu erkânı da onlar buldular

Herkes sevdiğini de bile dediler

Hangi yanayım da derdim çok benim.”