TAŞLIK ARAZİ

 Haziran ayı idi. Kahramanmaraş’ın güzide, sakin, şirin köylerine yaz gelmiş; her taraf cıvıl cıvıldı. Liseden yeni mezun olmuş ve üniversite kazanma ümidim yoktu. Dolayısıyla günümü iş arayarak, köyde bağ bahçe işlerinde çalışarak geçiriyordum. Bir gün yine bahçede çalışırken acı bir haber geldi, herkes telaşlıydı. Kötü bir şey olduğu belliydi fakat ne olduğunu anlayamadım. O sırada köyümüzden şehir merkezine giden araçlara atladık ailece. Fakat ben daha ne olduğunu anlayamadım. Herkes bir feryat figan, ağıtların arasında dedemin vefat ettiğini öğrendim. Zaten pek sevmezdim, gudubet adamın tekiydi. Vel hâsılı ağıt zılgıt, cenaze merasimi derken dedemi defnettik. Sıra geldi amcalarım arasındaki miras kavgasına, ama ne kavga… 

Komşular araya girmese kan çıkacak. Uzun lafın kısası bağ bahçe paylaşıldı, herkes hakkına razı olup köşesine çekildi. Amcalarımdan birisi daha evvel vefat ettiği için onun hakkını tek oğlu almış. Laf aramızda hayırsızın uğursuzun önde gideni bu kuzenim. Diğer amcalarım da bunu tek bulup kuş uçmaz kervan geçmez bir dağ başında beş dönüm taşlık bir araziyi vermişler. 

Gel zaman git zaman amcaoğlum ile köyün kahvehanesinde karşılaştık. O da işsiz ben de işsiz… Tartışıp konuşurken ikimizin de aklına yatan bir fikir olarak mandıra açmaya karar verdik. Karar vermeye verdik ama elde yok avuçta yok neyle açacağız diye düşünürken, bu “Sen merak etme o iş bende.” dedi. Yarın çarşıda buluşalım diye sözleştik. Neyse buluştuk, bu beni bankaya götürdü. Zaten düzenbaz fırıldağın birisi, kesin bir dolap döndürüyor diye düşündüm. “Dedemden kalan araziyi ipotek edip kredi çekeceğiz, zaten orası satılmaz, beş kuruş para etmez.” dedi. İyi peki dedim, nasıl olsa benlik bir durum yoktu. 

Tekrar ödememek üzere krediyi çektik. Çünkü kredi ödenmediği takdirde banka araziyi alacaktı. Arazi de kimsenin işine yaramaz, beş para etmez… Alırlarsa alsınlar dedik. O zaman ufak bir dükkân açmak için 35 bin TL ihtiyacımız vardı. Aldık parayı, mandıra malzemeleri almak için Ankara’ya gittik. Bir kaç firma, tedarikçi, toptancı ile görüştükten sonra bize uygun bir yer bulamadık. Tekrar memlekete dönmeye karar verdik. Tam o esnada bir pavyonun önünden geçiyorduk. Bizim amcaoğlu tutturmasın mı illa girelim pavyona diye. La oğlum etme eyleme ne işimiz var pavyonda, ayağımızdan donumuz alırlar haberimiz olmaz dedim, dinletemedim. 

Neyse girdik pavyona. İkimiz de şaşkın şaşkın bakıyoruz etrafa. Kons kadınlar, sahnede oynayanlar… Bizimkinin ağzı kulaklarında oturduk bir köşeye. Ben ikide bir kalk gidelim diye ısrar ediyorum ama nafile. Sanki on yıldır pavyon müdavimi de benim haberim yokmuş gibi takılıyor adam. Bir taraftan içki söylüyor, bir taraftan mezeler… Masaya gelen kons kadınların haddi hesabı yok zaten. Mekân müdürüne kadar bizim masada hepsi pervane… Tabi bizimki durur mu sahneyi bizim köy meydanında evlenen Kel Hasan’ın düğün yeri sanıp atladı sahneye. Bide sarhoş tabi, savurdu paraların hepsini. Bir tek kafasına kravatı takıp göbek atmadığı kaldı. Neyse güç bela indirip bunu atlayıp bir taksiye en yakın otele gittik. Güç bela bunu kendine getirip başladık kavgaya. “Sana ne, para benim para!” demesiyle ben sustum. Zaten benim de kafa bi dünya, vurdum kafayı yattım. 

Sabah olunca bizimkinin kafası yerine gelmeye başladı. Ah vah etmeye başladı tabi. Kara kara düşünüyor ne halt edeceğiz diye. Benim hiç umurumda değil. Biraz daha ağladıktan sonra, memlekete dönmek için yola çıkacaktık ki, bu” paranın hepsini yemeye yedik, gel bi son gece daha eğlenip öyle dönelim” demesin mi? Yan yattı çamura battı eşek kaçtı, kütük düştü derken iyi peki dedim. Son kalan üç beş bini de öyle yedi bizimki. Yine iyice kudurmaya başladı tabi. Masaya gelen konslardan birisine iyice sardı. Paraları yine havaya savuruyor, karının sutyeninin arasına sokuyor… Tam gidecektik ki bizimki “ben bu kadını buradan çıkarmadan gitmem!” dedi. Gardaşım etme eyleme, bak paramız yok… Dedim ama nafile. Kadının sen “beni köşedeki çorbacıda bekle” demesiyle kalkıp gidecektik. Hesap istedik. Hesap 15 bin geldi. Bizimki mosmor oldu. Kafası bir dünya idi bir anda kendine geliverdi.

Tabi ben anladım. Teferruata girmeyeyim, müdür odasının yolunu tuttuk. Orda bizi biraz eskittikten sonra sabaha kadar bulaşık yıkattılar. En son müdür buna 9 bin TL senet imzalatıp gönderdi bizi. Tabi yine yediğimiz dayak cabası. Tabi ben o saatten sonra durur muyum yanında düşene bir tekme de benden dedim, otobüse bindiğim gibi soluğu memlekette aldım. Sonradan öğrendiğime göre annesi eve almamış. Senedin parasını ödeyeceğim diye çalışırken tanıştığı birisi sayesinde ( kimdir, ne iş yapmışlar bilmiyorum) köşeyi dönmüş. Bir defa eve gelecek olmuş da annesi yine evden kovmuş. Şimdi paraya para demiyor. 

UĞUR KOCA