KREUZBERG

31 Ekim 1961 tarihinde Federal Alman hükümetiyle- Türk hükümeti arasında imzalanan antlaşma ile Türkiye’den akın akın işçi göçü başladı Almanya’ya. İlk işçileri taşıyan tren yanaştığında Sirkeci garına, elindeki tahta valize umudunu, gençliğini, sevdiğini dolduran Amasyalı Mustafa önce gülümsedi. Onca yokluğu, yoksulluğu geride bırakıp şimdi Almanya’ya gitmek üzereydi. Bir kaç saat önce tanıştığı hemşerisi Nail’i aradı gözleri. Bakındı göremedi. Valizini aldığı sırada Nail elinde iki tane simitle gülerek geldi. Telaşla kalabalığı yararak trene bindiler, hızlı adımlarla kompartımanlarına geçtiler. Tren çok sürmeden hareket edince Mustafa derinden bir iç çekti:

-Nail, her şeyimize baktılar. Dişimize, saçımıza daha da ileri gidip cinsel organımıza. En sağlam olanlarımızı seçtiler. Sizler kaya gibisiniz dediler de bir yüreğimize bakmayı beceremediler. İşte en yufka, en merhametli yer orası bir orayı memnun etmeyi bilemediler.

-Bilemezler gardaşım bilemezler. Kapı bir komşumuz yeri geliyor gönlümüzü memnun edemiyor, elin gâvuru mu memnun edecek. 

-Sen de haklısın gardaşım. Sen de haklısın…

O trenle gelen bir çok işçi, devlet eliyle getirilip, duvara sınır Kreuzberg’e yerleştirildiler. Yahudi yerleşim birimi olan köhne, unutulmuş, göz ardı edilmiş bu getto şimdi Türklere ev sahipliği yapacaktı. En zor işlerde çalıştıracağı işçileri en berbat yerleşim birimlerinden biri olan Kreuzberg’e yerleştiren Almanlar ne hikmetse ikinci sınıf insan muamelesi gösterdiği bu insanlardan şimdi birinci sınıf hizmet bekliyordu. Bizimkiler de öyle yaptılar. Kimi gençliğini verdi bacası tüten devasa fabrikalara, kimi kolunu kaptırdı demiri öğütecek güçteki makinelere. Hepsinin hayalinde bir gün memlekete gitmek vardı ama çoğu bu yüzden o günleri göremeden hayata gözlerini kapattı. 

Ha sitem ettiler, bu gettodan yüksündüler ama burayı da kendilerine vatan ettiler. O yıkık, virane, darma duman olmuş Kreuzberg zamanla çiçek bahçesine döndü. Rengârenk evlerin mutfaklarından Türk yemeklerinin kokusu yükseldi. Sokaklarında anne –babası vardiyada olan çocukların sesleri dolaştı. Caddelerindeki banklarda yaşlılar lafladı. Yani kısaca çok geçmeden Kreuzberg yeni küçük İstanbul oldu. 

Mestan da Kreuzberg’in güler yüzlü, neşeli esnaflarından biriydi. Küçücük dükkânında dört beş tabure, iki masayla hayata tutunmaya çalışıyor, bir gün yeterli parayı biriktirip giderim umuduyla günlerini geçiriyordu. Sevilen, sayılan bir esnaftı. Kimsenin dedikodusunu yapmaz, taktığı on, on beş kiloluk döneri bitirip akşam eve gitmenin derdiyle yaşardı. Evini ise memleketten hemşerisi Ali ile paylaşırdı. Ali de lokantalarda garson olarak çalışarak hayatını idame ettirirdi. İşte böyleydi Mestan’ın hikâyesi, evden işe, işten eve aynı düzlemdeydi. Ta ki o güne kadar. 

Üç beş Alman dazlağı gelip dükkânda döner yemiş, hesabı ödemeden gitmek istemişti. Mestan ses etmemiş boynunu büküp gitmelerini beklemişti. Tam bu sırada aralarından birisi haddini aşıp duvardaki Atatürk portresine elini uzatacaktı ki Mestan döner bıçağını çekip kükredi. O arada yoldan geçen dört beş genç, içeri girip sorgusuz sualsiz dazlakları dışarı çıkarıp dövmeye başladılar. Hem de ne dövme. Yıllardır itilip, kakılan milletin hıncı sanki bu gençlerin yumruğu olmuş dazlakların kafasında patlıyordu. Bir iki dakika daha sürdü hengâme sonra dazlaklar kaçtılar. Mestan ve komşu esnaflar bu gençlere hasretle sarıldılar. Sonra Mestan gençleri içeri davet etti. Gelin gençler misafirimiz olun, yemek yiyin kimsiniz siz dedi. Uzun boylu, en kalıplısı yanıtladı.

 -36 Boy’s dayı ismimiz. Bundan sonra Kruezberg’in emniyetini biz sağlayacağız. Killa’nın selamı var diyip çıktılar.